Yedi yazıdır, İmam Ali (a.s.) Efendimizin sadece Gadir-i Hum’da
değil, doğumundan Gadir-i Hum’a kadar defalarca, bizzat Peygamber (s.a.a.) Efendimizin ifadeleriyle, hatta ayet-i kerimelerle halife, vasi, Peygamberin mirasçısı, mü’minlerin emiri, hidayet önderi ilan edildiğini ve daha birçok özelliğini olaylarla ve kaynaklarıyla beraber ifade etmeye çalıştık.
Daha detaylı bilgi için, Prof. Dr. Haydar Baş’ın İmam Ali eserini, Ehl-i Beyt Külliyatı’nın diğer eserlerini ve de son kaleme aldığı Tevhidin Merkezi Ehl-i Beyt kitabını mutlaka okuyun.
İmam Ali’nin büyüklüğünü ve üstünlüğünü, Hz. Peygamber’den sonra naspedilen halife olduğunu ifade etmek için daha yüzlerce, binlerce delil ortaya koyabiliriz ama yedi yazıdır aktarmaya çalıştığımız delillerin biri bile bunun için yeterlidir.
İmam Ali, Tathir Ayeti’nde (Ahzab Suresi, 33) tertemiz olduğu bizzat Cenab-ı Hak tarafından beyan buyrulan 5 kişiden biridir. İmam Ali, Meveddet Ayeti’nde (Şura, 23) Cenab-ı Hakk’ın sevmemizi farz kıldığı 5 kişiden biridir. İmam Ali, Necranlı Hıristiyanlarla lanetleşmek için nazil olunan Mübahale Ayeti’nde (Al-i İmran, 61) Allah Resulü’nün “Kendim” dediği kişidir.
İmam Ali, Cenab-ı Hakk’ın Maide Suresi 55. ayette “Sizin veliniz” dediği, Allah ve Habibi’nden sonra ifade edilen, namazdayken rukü halinde zekat veren tek kişidir.
İmam Ali, Kur’an- Kerim’de 300’den fazla övgü ayetine mazhar olan kişidir.
İmam Ali, Hz. Peygamberin, “Ali bin Ebi Talib’in yüzüne bakmak ibadettir” dediği tek kişidir. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.54; Hakim Nişaburi, Müstedrek’üs-Sahihayn, c.3, s.142; Bişaretü’l Mustafa, s.57; Menakıb-u Ali bin Ebi talib, s.209; Feraidü’s-Simteyn, c.1, s.181)
İmam Ali, Hz. Peygamberin “Ey Ali! Sen olmasaydın Benden sonra mü’minler tanınmazdı” dediği tek kişidir. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.54; Menakıb-u Ali bin Ebi Talib, s.70; Camiü’l Ahadis, suyuti, c.16, s.262)
İmam Ali, Hz. Peygamberin, “Ben ve Ali, Allah’ın kulları üzerindeki hüccetleriyiz” buyurduğu tek kişidir. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.60; Tarih-i Bağdat, c.2, s.88; Keşfu’l-Gumme, c.1, s.161)
Hz. Peygamberin, İmam Ali’yi eleştirenlere söylediği şu sözler başka hiç kimse için söylenmemiştir: “Ne istiyorsunuz Ali’den… Ne istiyorsunuz Ali’den? Hiç şüphesiz Ali Bendendir, Ben de O’ndanım; O, Benden sonra her mü’minin velisidir.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.76; Kenzu’l Ummal, c.11, s.599; Sahih-i Tirmizi c.13, s.165; et-Tac, c.3, s.297)
Burada “veli” kelimesi Arapça’da aynı zamanda “idareci” anlamına gelmektedir. “Vali” kelimesi ile “veli” kelimesi aynı köktendir.
İmam Ali, Hz. Peygamberin, “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır. Allah şöyle buyurdu: ‘Evlere kapılarından girin’ (Bakara, 185) O halde kim ilim istiyorsa ona kapısından girsin” buyurduğu tek kişidir. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.56; Yenabiü’l Mevedde, s.65)
İmam Ali, Hz. Peygamberin, “Hikmet on parçaya bölünmüştür. Dokuz bölümü Ali’ye, bir parçası diğer insanlara verilmiştir” buyurduğu tek kişidir. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.54; Kenzu’l Ummal, c.13, s.146)
İmam Ali’yi sadece sevmemiz değil, O’na itaat etmemiz de farz kılınmıştır. Bu hususta Hz. Peygamber Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyuruyor: “Kim Bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir. Ve kim Bana karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiştir. Yine kim Sana itaat ederse, Bana itaat etmiştir. Ve kim Sana karşı gelirse Bana karşı gelmiştir.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.102; Müstedrekü’s-Sahihayn, Hakim Nişaburi, c.3, s.128)
İmam Ali’ye düşman olan Allah’a düşman olmuştur. Selman-ı Farisi (r.a.) şöyle naklediyor: Resulüllah’ı gördüm ki, Ali b. Ebi Talib’in bacağına ve göğsüne dokunarak şöyle buyurdu: “Seni seven Beni sevendir. Beni seven ise Allah’ı sevendir. Sana düşman olan Bana düşman olmuştur. Ve Bana düşman olan Allah’a düşman olmuştur.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.130; Taberani, Mu’cemil Kebir)
İmam Ali mü’min olmanın turnusolü gibidir. Hz. Ümmü Seleme annemiz Resulüllah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Ali’yi münafık olan sevmez ve mü’min olan da O’na düşmanlık beslemez.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.143; Sahih-i Tirmizi, c.13, s.168; Et-Tac, c.3, s.297)
Benzer bir hadis de şöyledir: Süveyd b. Gafele, Resulüllah’tan şöyle duyduğunu nakletmiştir: “Ya Ali! Seni mü’minden başkası sevmez ve Sana münafıktan başkası buğzetmez.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.144; Sahih-i Tirmizi, c.13, s.177; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.3, s.207; Kenzu’l Ummal, c.11, s.598)
Allah’ın ve Resulü’nün, Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre de hükmü bu kadar net iken; İmam Ali’yi üzenlerin, O’na düşmanlık besleyenlerin, O’nun hakkını gasp edenlerin, O’na kılıç çekenlerin, O’nun güzide evlatlarını acımasızca şehit edenlerin, O’nu sevmeyi ve O’na itaat etmeyi yukarıda ifade ettiğimiz ölçüler sebebiyle farz kabul edip O’nun izinden gitmeye çalışanları katledenlerin, katliam fetvaları verenlerin sizce dünyada ve ahirette yatacak yeri var mıdır?
Bir daha altını çizelim, İmam Ali’ye ve sevenlerine düşman olana Allah ve Resulü düşmandır. Allah ve Resulü’nün düşman olduğu kimseler ve topluluklar da asla iflah olmaz, gün yüzü görmez, başı beladan, sıkıntıdan kurtulmaz.
Onlar ahirette zaten zelil, mağdur ve mahkum olacaklardır ama dünyada da bunun en ağır bedelini bugüne kadar ödemişlerdir ve kıyamete kadar da ödeyeceklerdir.


Hz. Ali (a.s.) Efendimizin ve Ehl-i Beyt’in fazileti konusunda Ehl-i Sünnet kaynaklarında binlerce, inkarı mümkün olmayan, mütevatir ve sahih hadisler bulunmasına rağmen, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’nın ve de diğer Ehl-i Beyt büyüklerinin sözleri, fiilleri, olaylar karşısındaki takındıkları tavır, Kur’an ve hadis yorumları, karşılaştıkları sorulara verdikleri cevaplar, fitnecilerle yaptıkları mücadeleler maalesef Sünni kaynaklarda yer almamıştır.
Murat Çabas
5 Mart 2016



Müslüman gözüküp İslama darbe vurdular
Emeviler’i, diğer bir ifade ile Ümeyyeoğulları’nı gerçek manada tanımak İslam tarihini anlamamız açısından oldukça önemlidir. Peygamber Efendimiz (s.a.a.) peygamberliğinin ilanından Mekke’nin fethine kadar olan süreçte, en fazla düşmanlık yapan, İslam’ın yayılmasına en fazla direnç koyan aile Ümeyyeoğullarıydı.
Peygamberimiz İslam’ı yayarken herhangi bir kabilecilik ya da ırkçılık mantığı gütmezken, herkesi kucaklayan bir din anlayışı ortaya koyarken, Ümeyyeoğulları, Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt’le olan mücadelelerini kişiselleştirmiştir, kan davası olarak görmüş, kabilecilik boyutuyla devam ettirmiştir.
Hz. Ali (a.s.)’a ve Ehl-i Beyt imamlarına olan düşmanlıklarının temeli, taa Bedir’e kadar gitmektedir. Bedir Savaşı’nın kahramanı olan Hz. Ali, karşısına çıkanı öldürmüş ve bunların çoğu da Muaviye’nin başta dedesi olmak üzere akrabaları olmuştur.
Arap geleneklerine göre, Bedir Savaşı başlamadan önce Ebu Süfyan’ın kayınpederi, Hind’in babası Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden Utbe b. Rebia, Utbe’nin oğlu Velid ve de kardeşi Şeybe meydana çıkmışlar, onları Hz. Ali, Hz. Hamza ve Hz. Ubeyde b. Haris karşılamıştı. Utbe’nin karşısında Hz. Ubeyde çıkmış bir süre vuruştuktan sonra karşılıklı yaralanmışlardır. Ubeyde’nin yardımına Hz. Ali ve Hz. Hamza yetişmiş ve Utbe’yi öldürmüşlerdir. Ümeyyeoğulları bu hadiseyi hiç unutmamışlar ve bunu kan davasına çevirmişlerdir. Hz. Hamza’nin Uhud’da hedef alınıp şehit edilmesinin nedeni de bu hadisedir.
Emevilerin hilafeti ele geçirdikten sonra Peygamber nesline yaptıkları zulümlerin, katliamların arkasında hep bu kan davası vardır. Muaviye, İmam Hasan’ı bunun için zehirletmiş, Yezit İmam Hüseyin’i Kerbela’da bunun için şehit ettirmiştir.
Şimdi dilerseniz, Ümeyyeoğullarının İslam’a bakışlarını, gerçekten Müslüman oldular mı olmadılar mı, Hz. Peygamber’e ve Ehl-i Beyt’e olan kinleri sebebiyle Müslüman gözüküp içeriden kaleyi yıkma niyeti güdüp gütmediklerini anlayabilmek için kendi ifadelerine yer verelim.
Ebu Süfyan, kendisi de Emevi sülalesinden olan Halife Hz. Osman’ın cenazesinde diğer Ümeyyeoğulları’na halifeliği elden bırakmamaları için şöyle nasihatte bulunmuştur:
“Ey Ümeyyeoğulları! Hilafeti bir top gibi birbirinize atın. Ebu Süfyan’ın yemin ettiği şeye and olsun ki, sizin için hep bunu istiyordum. Bunu çocuklarınıza miras bırakmalısınız.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Hüseyin, s.189; Müruc’uz-Zeheb, c.1, s.440)
Bu ifadelerde, Mekke’nin fethinde kılıç zoruyla Müslüman olan Ebu Süfyan’ın gerçekte samimi bir niyet taşımadığını, asıl hedefinin yeniden iktidar sahibi olmak, Mekke’de kılıçla kaybettiğini hileyle yeniden kazanmak olduğunu açıkça anlıyoruz.
Muaviye’nin yeğeni olan Velid b. Utbe, Hz. Osman tarafından Kufe şehrine vali olarak atanmıştır. Velid’in valilik makamındayken bir uygulaması şöyleydi:
“Velid, Kufe’de valiyken, bir gece sabaha kadar eğlendi, sabah ezanının sesi yükselince, sarhoş bir halde camiye gelerek mihraba geçip sabah namazını dört rekat kıldırdı ve daha sonra halka, ‘İsterseniz daha da artırabilirim’ dedi.” (Prof. Dr. Haydar Baş, a.g.e, s.180; İbn’ül Esir, Usdü’l Gabe, c.5, s.95; Beyhaki, Sünen, c.8, s.318)
Tüm hayatını, sevilmesi farz kılınan ve tertemiz oldukları ayetle sabit olan Ehl-i Beyt’e düşmanlığa adayan Muaviye’nin kendi ifadelerine yer verelim.
Halifeliği ele geçirişi ile ilgili olarak şunları söylüyor:
“Allah’a yemin ederim ki, hilafeti, sizin beni sevmenizin veya yönetimimden memnun olmanızın sonucu almadım. Fakat kılıcımla sizinle vuruşarak bu makamı ele geçirdim.” (Prof. Dr. Haydar Baş, a.g.e, s.188; Tarihu’l-Hulefa, s.71)
Muaviye, Müslümanların dini lideri yani halife olabilmek için verdiği mücadelenin sebebini şöyle anlatıyor: “Allah’a yemin ederim ki, sizinle, namaz kılasınız, oruç tutasınız, hacca gidesiniz veya zekat veresiniz diye savaşmadım. Sizin başınıza emir olmak için sizinle savaştım.” (Prof. Dr. Haydar Baş, a.g.e, s.188; Şerh-u Nehcü’l Belaga, c.4, s.16)
Muaviye, iktidarı kılıçla değil, hilelerle, nifakla ele geçirdikten sonra hilafeti babadan oğla geçen bir saltanat haline dönüştürmüştür. İslam’ın kuşatıcılığını ve kardeşlik anlayışını devre dışı bırakıp, cahiliye dönemindeki kabilecilik anlayışını yeniden getirmiştir.
Saltanatını kuvvetlendirmek için, kabileler arasına fitne tohumları ekmiştir.
İmam Hasan ile yaptığı barış anlaşmasının hiçbir maddesine riayet etmemiştir. Hatta Kufe’de yaptığı bir konuşmada, “Biliniz ki, Hasan bin Ali ile yapmış olduğum anlaşma ve şartlar ayaklarımın altındadır ve hiçbir değeri yoktur” diyerek bırakın verilen sözlere, yazılı anlaşmalara bile sadık kalmadığını açıkça göstermiştir. (Prof. Dr. Haydar Baş, a.g.e, s.196; Şerh-u Nehcü’l Belaga, c.16, s.15)
Sevilmesi farz kılınan Ehl-i Beyt’e ve özellikle de Hz. Ali’ye hakareti ve lanet okumayı bir kural haline getirmiştir. Faiz yemekten kaçınmamıştır ve bu konuda “Ben bir sakınca görmüyorum” demiştir. (Nesai, Sünen, c.7, s.279) Ehl-i Beyt hakkında yalan hadisler uydurulmasını teşvik etmiştir. Bunun için özel bir ekip kurmuştur.
Muaviye, Ehl-i Beyt sevenlerini zalimce öldürmüştür. Medine, Mekke, Taif, Tebale, Necran ve San’a’da 30 bin’den fazla Ehl-i Beyt sevenini katletmiştir. Kufe’de 8 bin Ehl-i Beyt sevdalısı canice öldürülmüş, binlercesi zindanlara atılmış ve hakları gasp edilmiştir.
Bu katliam ve zulümler oğlu Yezit, Mervan b. Hakem ve son Emevi halifesine kadar devam etmiştir. (Ömer b. Abdülaziz dönemi hariç)
Yerimiz sınırlı olduğu için bu kadarını aktaralım. İmam Ahmed b. Hanbel, Kitâb-ül Mesâil adlı eserinin 2. cildinin 154. sayfasında 1866. hadiste şöyle ifade etmektedir: “Vallahi Muaviye İslam dışı olarak ölmüştür.”
Dini siyasetine en iyi alet eden Muaviye hakkındaki görüş buysa, küfürlerini asla gizlemeyen Yezit ve diğerleri için çok fazla bir şey gerek yok kanaatindeyiz.
Sünni kaynaklarda neden “ilmin kapısı” Hz. Ali’den bir şey yok?
Hz. Ali (a.s.) Efendimizin ve Ehl-i Beyt’in fazileti konusunda Ehl-i Sünnet kaynaklarında binlerce, inkarı mümkün olmayan, mütevatir ve sahih hadisler bulunmasına rağmen, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’nın ve de diğer Ehl-i Beyt büyüklerinin sözleri, fiilleri, olaylar karşısındaki takındıkları tavır, Kur’an ve hadis yorumları, karşılaştıkları sorulara verdikleri cevaplar, fitnecilerle yaptıkları mücadeleler maalesef Sünni kaynaklarda yer almamıştır.
Halbuki, Hz. Ali Efendimiz 222 Sünni kaynakta da ifade edildiği gibi Gadir’i Hum’da Peygamberimizin, kendisinden sonra halife, hidayet önderi, mü’minlerin emiri ilan ettiği büyük şahsiyettir. Bu kaynaklar, Prof. Dr. Haydar Baş’ın Ehl-i Beyt Külliyatı’nda ve Tevhidin Merkezi Ehl-i Beyt kitabında bir bir sayılmaktadır.
Bu manada Ehl-i Sünnet anlayışında büyük bir çelişki vardır. Bir taraftan Hz. Ali “ilmin kapısı” olarak belirtilmektedir, diğer taraftan Sünni kaynaklarda bu ilmin yok denecek kadar az olan bir kısmı ifade edilmektedir.
Hz. Peygamberin bu noktadaki beyanı şöyledir: “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır. Allah şöyle buyurdu: ‘Evlere kapılarından giriniz’ (Bakara, 185) O halde kim ilim istiyorsa ona kapısından girsin.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.56; Yenabiu’l Mevedde, s.65)
En temel Sünni kaynaklarda Hz. Ali’den gelen rivayetlerin yok denecek kadar az olması, Sünni dünyanın Hz. Peygamber’in ilim şehrine Ali kapısından girmediğinin en bariz göstergesidir. Peygamberimizin ikazlarına rağmen bu, “ilmi yanlış yerlerde arama yanlışlığı”, Sakife’deki sapmayla başlamış, ardından Muaviye ve Yezit’le başlayan Emevi döneminde yaşanan Ehl-i Beyt düşmanlığıyla zirveye ulaşmıştır.
Hz. Ali’nin Allah’a ve Hz. Peygamber’e olan yakınlığından ve de sahip olduğu yüce makamdan duyulan rahatsızlık, Hz. Peygamber daha hayattayken de birçok kez zuhur etmiştir. Duydukları bu rahatsızlıktan dolayı Hz. Ali hakkında Hz. Peygamber’e şikayette bulunmuşlar ve her seferinde şu cevabı almışlardır:
“Ne istiyorsunuz Ali’den… Ne istiyorsunuz Ali’den? Hiç şüphesiz Ali Bendendir, Ben de O’ndanım; O, Benden sonra her mü’minin velisidir.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.76; Kenzu’l-Ummal, Muttaki el-Hindi, c.11, s.599; Sahih-i Tirmizi, c.13, s.165; et-Tac, c.3, s.297)
Sıffin’de Hz. Ali’ye kılıç çeken Muaviye’nin, Kerbela’da İmam Hüseyin’i zalimce şehit eden Yezit’in, 80 yıl boyunca cami hutbelerinde, sevilmesi farz kılınan Ehl-i Beyt’e lanet okutan Emevi zihniyetinin elbette ki ilim şehrine Ali kapısından girmesi beklenemezdi. Ehl-i Beyt düşmanlığı, saltanatı koruma uğruna Abbasiler döneminde de devam etmiştir.
Sakife, Emevi ve Abbasilerin gölgesinde ortaya çıkan Ehl-i Sünnet anlayışının, kendi kaynaklarında binlerce hadislerde yer verdikleri Ehl-i Beyt’in fazileti konusunun perde arkasına, yani “hangi fazilet”, “bu faziletler nedir” sorularının detaylarına inmemesi normaldir.
Çünkü bu kendi saltanatlarının devre dışı kalması, dünyevi ihtiraslarına ulaşamama anlamına gelmektedir.
Ehl-i Sünnet’in önde gelen büyük âlimlerinden Hâkim Heskani Şevahidü't-Tenzil adlı eserinde ve ayrıca İbn-i Meğazili "El-Menakib" adlı kitabında İbn-i Abbas'tan naklen Allah Resulü'nün şöyle buyurduklarını rivayet etmişlerdir: "Kur'an dört bölümden oluşmaktadır. Bir bölümü biz Ehl-i Beyt’e özgüdür. Bir bölümü bizim düşmanlarımızdan söz eder, bir bölümü helal ve haramdan, bir bölümü de farzlar ve hükümleri açıklar. Allah, Kur'an'ın en yüce ayetlerini ise Ali hakkında indirmiştir." (Şevahidü't-Tenzil Hakim Heskani el-Hanefi, c.1, s.43, 45,46, hadis no:58,60,65, üç tarikten; Menakib-i Ali bin Ebu Talib, İbn-i Meğazili eş-Şafii, s.328, hadis no: 375)
Durum buyken, hangi Ehl-i Sünnet alimi, bu şekilde bir tefsir ortaya koymuştur? Sünni tefsir kitaplarında sanki Ehl-i Beyt yokmuş gibi, sanki Hz. Ali hakkında hiçbir ayet inmemiş gibi bir yaklaşım sergilenmektedir.
Kur’an tefsirinde, “İsrailiyyat” adıyla, Allah’a oğul isnat eden Ehl-i Kitap’tan dahi alıntı yapan Ehl-i Sünnet anlayışı, Ehl-i Beyt dünyasının elinde bulunan, bizzat İmam Ali tarafından Hz. Peygamber sağken kaleme aldığı Mushaf, Cami ve Cifr gibi temel İslam kaynaklarından ve bu temel kaynaklara bakarak hüküm veren Ehl-i Beyt imamlarının görüşlerini yansıtan diğer Şii kaynaklarından, sırf sahip oldukları taassup yüzünden istifade etmemiştir.
Örneğin Gadir-i Hum’da Peygamberimizin bir hutbe verdiğini, burada İmam Ali’nin hilafetini ilan ettiğini 222 Ehl-i Sünnet kaynağı nakletmektedir ama 124 bin sahabenin şahit olduğu, hakkında 2 ayetin nazil olduğu, İslam tarihinin en büyük icması olan böyle önemli bu hutbenin metni hiçbir Sünni kaynakta yoktur. Ancak Şii kaynaklarında bulabiliyorsunuz.
Ehl-i Sünnet kaynaklarında (Sahih-i Müslim, Sahih-i Buhari, Sahih-i Tirmizi, Sünen-i Ebu Davud, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Kenzu’l-Ummal, Müstedrekü’s-Sahihayn) Ehl-i Beyt soyundan olan 12 İmam’dan bahsedilmesine rağmen, İslam bu imamların üzerine bina edilmesine rağmen, hatta Fahr-i Razi’nin Tefsir-i Kebir’inde, Kunduzi’nin Yenabiu’l Mevedde’sinde, Heskani’nin Şevahidü’t-Tenzil’inde bu 12 imamın isimleri tek tek sayılmasına rağmen, hangi Sünni kaynak bunların sözlerine, görüşlerine, yorumlarına yer vermiştir?
Belki de, İmam Azam, İmam Şafi, İmam Hanbel, İmam Gazali gibi büyük Ehl-i sünnet alimlerinin son yıllarında Ehl-i Beyt ekolüne dahil olmalarının, İmam Azam’ın, “Son iki yılım olmasaydı helak olurdum” demesinin ve İmam Cafer için canını vermesinin asıl sebebi de budur.
Kur’an ve Sünnet İmam Ali iledir
Bu ikisi Kevser’in yanında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmayacaklardır” buyurmuştur. (Sevaiku’l-Muhlika, s.74)Prof. Dr. Haydar Baş, bir makalesinde, “Cenab-ı Hakk’ın (cc) sevilmesini farz kıldığı Ehl-i Beyt, kuralları Kur’an-ı Kerim’in iki kapağı arasında emredilmiş İslam dininin yaşayan numuneleridir. Onlar, İslam terbiyesiyle yoğrulmuş güzel ahlakın, adaletin, cömertliğin, muhabbetin, Allah rızası istikametinde yaşamanın, nezaketin ve nezafetin örnekleridir” ifadelerini kullanarak Ehl-i Beyt’in yaşantısının esasen İslam’ın, Kur’an’ın ve Sünnet’in kendisi olduğunu vurgulamıştır.
Kur’an ilmine Peygamberimizden sonra en fazla vakıf olan kişi İmam Ali efendimizdi. Bununla ilgili Ehl-i Sünnet kaynaklarında da birçok delil mevcuttur.
Hz. Peygamber vefatına yakın Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: “Ey Ali! Kur’an yatağımın arkasında mushafta, ipek levhalarda ve kağıtlarda yazılıdır. Yahudilerin Tevrat’ı kaybetmeleri gibi onları kaybetmeyin.” Bunun üzerine İmam Ali (a.s.), onları sarı bir örtü içine koyup topladı. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.589; El-Menakıb, İbn Şehraşub, c.2, s.41; Fethu’l-Bari, c.10, s.386; El-İtkan, Suyuti, s.51)
Şeyh Müfid şöyle yazıyor: “Müminlerin Emiri, Kur’an’ı baştan sona bir araya getirdi, yapması gerekeni yaptı. Mekki ayetleri Medeni ayetlerden önce, nesholunmuş ayetleri nesheden ayetlerden önce yazmak suretiyle her ayeti olması gereken yerde yazmıştı. (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, s.589; Şeyh Müfid, El Mesalisu’s-Serviye, s.79)
Muhammed b. Sirin, İkrime’den şöyle nakletmektedir: Ebu Bekir’in hilafetinin ilk günlerinde Ali b. Ebi Talib evde oturup Kur’an’ı toplamakla meşgul oldu. Ben İkrime’den, “Acaba o zaman aynı nüzul sırasına göre başka bir Kur’an da yazılmış mıydı?” diye sordum. “Eğer cinler ve insanlar hepsi bir araya gelselerdi, böyle bir Kur’an vücuda getiremezlerdi” cevabını verdi. İbn-i Sirin diyor ki: “Bu kitabı araştırmaya koyuldum; Medine’ye mektup yazdım, ancak ona ulaşamadım.” (Prof. Dr. Haydar Baş, a.g.e, s.590; Suyuti, El-İtkan, c.1, s.58; İbn-i Sa’d, Tabakatu’l-Kübra, c.2, s.101)
Ulaşamamasının nedeni de, Hz. Ali topladığı Kur’an’ı Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in bulunduğu yere getirmiş, takdim etmiş ama Hz. Ömer, “Bizde ondan var” demiş reddetmişti.
İmam Ali de, nüzul sebebine göre yazılmış, Hz. Peygamberin bizzat hadisleriyle tefsir edilmiş bu muazzam Kur’an’ı almış Kendisinden sonraki İmam’a, İmam Hasan efendimize, diğer eserlerle birlikte emanet etmiştir. Bu eser İmam Ali’nin Mushafı olarak bilinmektedir.
12 İmam’ın 11’i bu temel kaynak eserden istifade ederek kendilerine sorulan sorulara cevap vermişlerdir ve bu eser ve de diğerleri 12. İmam, İmam Mehdi’nin de yanında olacaktır.
İbn-i Ebi’l-Hadid şöyle yazıyor: Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a.) zamanında Kur’an hafızı olduğu, O’ndan başka hiç kimsenin Kur’an’ın tamamına hafız olmadığı ve Peygamber’den sonra ilk Kur’an’ı toplayan şahıs olduğu, görüş birliğine varılmış bir konudur. (Prof. Dr. Haydar Baş, a.g.e, s.590, İbn-i Ebi’l-Hadid, Nehcü’l-Belağa Şerhi, c.1, s.27)
Kur’an-ı Kerim konusu böyle de sünnet ve hadis konusu nasıldır?
Peygamber Efendimiz (s.a.a.) Hz. Ali dışındaki hiçbir sahabeye hadis yazmasına müsaade etmemiştir. Yani Sünnet konusunda tek yetkili Hz. Ali’dir.
Hz. Ali’ye “Sana söylediklerimi yaz” buyurmuştur.
Hz. Ali, “Ya Resulülllah! Unutmamdan mı endişe ediyorsunuz?” diye sordu.
Resulüllah (s.a.v.), “Hayır, unutmandan endişe etmiyorum. Çünkü Ben Allah’tan Senin hafızanı güçlendirmesini ve Senin unutmamanı istedim. Bunları ortakların için yaz” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ali, “Ortaklarım kimlerdir ya Resulüllah?” dedi.
Peygamber (s.a.v.), “Ortakların Senin evlatlarından olan imamlardır. Allah onların sebebi ile ümmetime yağmur yağdırır. Onların sebebi ile dualar kabul olur” buyurdu.
Sonra Hasan’a işaret ederek, “Bu Onların birincisidir” dedi. Ardından Hüseyin’e işaret ederek, “İmamlar bunun evlatlarındandır” buyurdu. (Tevhidin Merkezi Ehl-i Beyt, s.32; Şeyh Tusi, el-Emali; Besairu’d-Deracat, Yenabiu’l-Mevedde)
İmam Ali Efendimiz Hz. Peygamberin bu emrinden sonra, duyduklarını, şahit olduklarını yazıyor ve bunlardan İmam Ali’nin Mushafı, Cifr, Camia eserleri ortaya çıkıyor.
Yani Kur’an ilminin tümüne vakıf olan tek kişi İmam Ali olduğu gibi, Peygamberin Sünnetine tümüyle vakıf olan ve kaydeden tek kişi de İmam Ali’dir.
Bu açıdan da bakıldığında ilmin kapısı İmam Ali’ye çıkmayan hiçbir yol, kişiyi Allah’a ve Peygamberine ulaştırmaz; batıldır, bidattir, fitnenin ta kendisidir.
Yer Kerbela, gün Aşura Günü…
Midelerindeki haram lokma sebebiyle mühürlenen kalpler
Yer Kerbela, gün Aşura Günü…
Hz. Peygamber’in vefatının üzerinden daha çok geçmeden,
O’nun ümmeti olduğunu iddia edenler,
“Allah’ın rızasını kazanmak” ümidiyle(!);
O’nun, “Cennet gençlerinin Efendisi” buyurduğu, “oğlum” dediği İmam Hüseyin’i ve yanındaki 71 yarenini şehit etmek üzere, 30 bin kişilik şer ordusuyla etraflarını kuşatmışlardı.
O’nun ümmeti olduğunu iddia edenler,
“Allah’ın rızasını kazanmak” ümidiyle(!);
O’nun, “Cennet gençlerinin Efendisi” buyurduğu, “oğlum” dediği İmam Hüseyin’i ve yanındaki 71 yarenini şehit etmek üzere, 30 bin kişilik şer ordusuyla etraflarını kuşatmışlardı.
İmam Hüseyin, Yezid’in gönderdiği, Ömer b. Sad komutasındaki Kufe ordusuna defalarca nasihatte bulundu, iki defa da hutbe verdi. Bugünkü yazımda günümüzdeki Ehl-i Beyt düşmanlarına ve “Yezid tarafında olanlara” ve de Kufeli ahlakına sahip olanlara nasihat olsun diye, İmam Hüseyin’in, bu er meydanında saldırmak üzere hazırlanan 30 bin kişilik şer ordusunun karşısına tek başına dikilerek irad ettiği ikinci hutbeyi nakledeceğim.
Hutbesine başlamadan önce düşman kuvvetlerinin susmasını ve Kendisini dinlemesini istedi. Ancak bunu başaramadı. O sırada şöyle buyurdu:
“Yazıklar olsun size! Niçin susup da sözlerimi dinlemiyorsunuz? Halbuki Ben sizi doğru yola çağırıyorum. Kim Bana uyarsa, doğru yolu bulanlardan, Bana isyan eden de helak olanlardan olur. Hepiniz emrime muhalefet ediyor ve sözümü de dinlemiyorsunuz.
Evet, aldığınız haram hediyeler ve karnınızı dolduran haram lokmalardan dolayı Allah-u Teala kalplerinizi mühürlemiştir. Yazıklar olsun size! Susmak ve dinlemek nedir bilmez misiniz?”
Bu sözler karşısında, ordu içinde, “Niçin susup da sözlerini dinlemiyorsunuz?” diye birbirini kınama başladı. Sükut sağlandı ve İmam Hüseyin (a.s.) sözlerine şöyle devam etti:
“Ey cemaat! Allah sizi helak etsin, kalbinizi kederle doldursun! Şaşkınlık içinde olduğunuz halde, iştiyakla bizi yardımınıza çağırdınız, olumlu cevap verip süratle imdadınıza koştuk. (Ama siz) aleyhimize kılıç çektiniz; ortak düşmanlarınızın çıkardığı fitne ateşini bizim aleyhimize alevlendirdiniz.
Dostlarınızın aleyhine toplanıp, aranızda hiçbir adaleti yaymayan (yararınıza bir adım dahi atmayan) ve kendilerinden ve dünya malından size ulaştıracakları haram bir noktadan ve göz diktiğiniz alçak bir yaşayıştan başka hiçbir şey ummadığınız düşmanlarınıza destek oldunuz.
Birazcık yavaş olun. Yazıklar olsun size! Bizden hiçbir şey vaki olmaksızın ve hiçbir hatalı görüş görülmeksizin horlanıp bizi terk ettiniz.
Kılıçlar kınında, kalpler huzur içerisinde ve reyler sağlam olduğunda çekirge gibi süratle bize yöneldiniz ve sinekler gibi başımıza üşüştünüz.
Yüzünüz kara olsun! Şüphesiz sizler ümmetin tağutu, Kur’an’ı terk eden fasık hiziplerin en son pislikleri, şeytanın balgamı kimselersiniz. Siz Kitabı tahrif eden, Sünneti söndüren, Peygamberin (s.a.v) evlatlarını öldüren, vasilerin neslini kesen, zinazedeleri nesebe ilhak eden, mü’minleri inciten ve Kur’an’ı parçalayan alaycı önderlerin imdadına koşan kimselersiniz.
Sizler şimdi İbn-i Harb’e (Muaviye oğlu yezid’e) ve onlara uyanlara itimat edip bize yardımda bulunmuyorsunuz. Allah’a and olsun ki, yardım etmemek ve hilekarlık sizin en bariz sıfatlarınızdandır; damar ve kökleriniz onun üzerine boy salmış, dal ve gövdeniz onu miras edinmiş, gönülleriniz bu kınanmış adet üzere rüşd etmiş, kalpleriniz bu sıfatlarla dolmuştur.
Siz bağ bekçisinin boğazında kalan veya gasıb bir kimsenin tatlı bir lokması olan habis bir meyve gibisiniz.
Allah’ın laneti, anlaşma kesinleştikten sonra Allah’ı kefil kılmakla birlikte onu bozanların üzerine olsun! Allah’a and olsun ki, sizler işte o kimselersiniz. Bilin ki, zinazede oğlu zinazede (Ubeydullah bin Ziyad) bizi iki şey; kılıç ve zillet arasında bırakmıştır; zillet ise bizden uzaktır.
Ne Allah, ne Peygamberi ve ne de mü’minler bunu kabul ederler ve ne de pak ve tahir olan anneler ve izzet-i nefsi olan kimseler, alçak kimselerin itaatini, kerim kişilerin katligahına tercih etmeyi reva görürler.
Bilin ki, Ben hücceti tamamladım ve size olan inzar görevimi yerine getirdim. Ben aile efradımın azalmasına ve yardımcıların da yardım etmemesine rağmen hedefime doğru yürümekte devam edeceğim.”
İmam (a.s.) bu sırada şu şiiri okudu:
“Eğer düşmanı yenersek, zaten önceden de yeniktiler.
Ama eğer yenilirsek, yine gerçekte yenilmiş biz değiliz.
Biz korkaklık nedir bilmeyiz fakat başımıza bir takım olaylar gelmiş, devlet başkalarının eline geçmiştir.
Bizi alaya almak isteyenlere de ki, ‘Kendinize gelin’. Çünkü bizim uğradığımız şeye onlar da uğrayacakladır.
Ölüm, devesini birisinin kapısından kaldırdığında şüphesiz diğerlerinin kapısına yatıracaktır.”
Daha sonra İmam (a.s.) şöyle buyurdu:
“Bilin, Allah’a and olsun ki, bu savaştan sonra siz ancak süvarinin bineğine bindiği bir süre miktarınca eğlenip durursunuz (arzularınıza ulaşırsınız). Nitekim olaylar, bir değirmenin döndüğü gibi sizi döndürür ve bir eksenin sarsıntısı gibi sizi sarsıp mustarip eder. İşte bu, babam Ali (a.s.)’ın, ceddim Resulüllah (s.a.v.)’den naklettiği bir vasiyettir.”
Ve İmam Hüseyin (a.s.), ellerini göğe kaldırıp, Ömer b. Sa’d’ın ordusuna şöyle beddua etti:
“Allah’ım! Onlara bir damla olsun yağmur yağdırma! Onlara Yusuf’un yılları gibi (zor ve kurak) yıllar yaşat, onlara, Sakifli genci (Muhtar veya Haccac) musallat kıl ki, acı (zillet) kabıyla onları doyursun (onlara kan kustursun) ve onlardan hiçbirisini cezasız bırakmasın; katledenleri katletsin, vuranlarını ise vursun; böylece onlardan Ehl-i Beyt’imin ve sevenlerimin intikamını alsın!
Zira onlar bizi tekzip ettiler (düşmanlar karşısında bize yardımda bulunmadılar). Ey Allah’ım! Sen bizim Rabbimizsin, Sana tevekkül ederiz. Şüphesiz ki, dönüşümüz Sanadır.” (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Hüseyin, s.552; Maktel-i Harezmi, c.2, s.7,8)
İmam Hüseyin (a.s.) savaşın her an başlayacağı bu ortamda irad ettiği hutbeleri ile ikazlarını yapmış, vazifesini tamamlamıştı. Ve hutbesinde yapmış olduğu bedduaların tamamı şahadetinden sonra zuhur etti.
Allah şefaatlerinden mahrum etmesin.
Allah bizleri Hüseyinlerinin yanında eylesin, Kufeli gibi olmaktan uzak kılsın.