Sıffin’de Muaviye’nin ordusu dağılmaya başlamıştı. Muaviye şaşkın bir halde Amr’ı çağırdı, “Ne yapacağız?” dedi. Amr b. As, “Senin adamların Ali’nin adamlarına dayanamaz. Sen de ona denk ve eşit değilsin. O seninle Allah için savaşıyor, sen bambaşka maksatla savaşıyorsun. Sen yaşamak istiyorsun, o şehadet istiyor. Iraklılar, üstün olursan onları yok edersin diye senden korkuyorlar, Şamlılar, Ali üst olursa bize zulmeder demiyorlar, ondan korkmuyorlar. Onları Allah’ın Kitabına çağır, sizinle aramızda bu kitap hakem olsun de. Zaten ben, en son bu tedbiri düşünmüştüm” dedi.
Muaviye “pek doğru” dedi. Mızraklara mushafların bağlanmasını emretti. Beş yüz mushaf bağladılar. Üç mızrağı birbirine bağlayıp uçlarına Rakka yakınlarında bulunan Miske şehrinin Ulu camiinin büyük mushafını bağlamışlardı.
Mızrakları taşıyanlar aldıkları emre uyup, “Ey Iraklılar, sizinle bizim aramızda Allah’ın Kitabı var. Ey Arap topluluğu, kadınlarınızı, kızlarınızı düşünün, Allah için olsun düşünün, siz yok oldunuz mu onlar kâfirlere esir olurlar” diye bağırıyorlardı.
Hz. Ali, “Allah’ım, Sen de bilirsin ki onların maksatları Kitap değil, Sen onlarla aramızda hükmet, Sensin hüküm ve hikmet sahibi gerçek İlah” buyurdu.
Ebu’l–A’ver de ak bir ata binmişti. Başına bir mushaf koymuş, “Iraklılar, aramızda Allah’ın Kitabı bu” diye bağırmadaydı. Edhem oğlu Ebu’t–Tufayl sağ kola, Ebu Şurhabil sol kola karşı çıkmış, “Ey Iraklılar, Allah için olsun, Allah için olsun, kadınlarınıza, kızlarınıza acıyın; ölür giderseniz kâfirlere esir olacaklar” diye bağrışıyorlardı. İkisinin de başlarında Kur’an vardı.
Mushafları gören Iraklılar durdular, her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Kimisi, “savaşa devam edelim” diyordu, kimisi, “Allah’ın Kitabındaki hükme uyalım” diye bağırıyordu.
Hz. Ali, “Ey Allah’ın kulları, ben Allah’ın Kitabına uymak hususunda herkesten ileriyim. Fakat Muaviye, Amr, İbn–i Emi Muayt, Dahhak gibi adamlar Kur’an ehli değillerdir. Onların ahvalini sizden iyi bilirim, Allah’ın Kitabının hükmünü de hepinizden iyi bilir, anlarım. Onların mushafları kaldırmaları, size karşı tutmaları, bir hileden ibaret. Birazcık dayanın, iş bitecek” dediyse de fayda etmedi.
Orduda fazla ibadetle zayıflamış, fazla secde etmekten alınları nasırlaşıp kararmış bulunan bir hafızlar topluluğu vardı. Kur’an’daki hükümleri düşünmeden boyna Kur’an okuyan, vakitlerini ancak namaz kılmakla geçiren bu yobazlar, geldiler ve “Mü’minler Emiri” lakabını kullanmadan “Ya Ali, Allah’ın Kitabına icabet etmezsen Affanoğlu’nu öldürdüğümüz gibi seni de öldürürüz yahut da tutar, düşmanına teslim ederiz” dediler.
Hz Ali, “Yazıklar olsun size” dedi, “Allah’ın Kitabına halkı ilk davet eden ve ona ilk icabet eden benim. Ben onlarla Kur’an’ın hükümlerini ihya etmek için savaşıyorum. Çünkü onlar Allah’ın emrine isyan ettiler, ahdini bozdular, Kitabını ardlarına attılar. Size söylüyorum, bu hareketleri, Kur’an’la amel etmek değil, sizi kandırmak için bir hile ancak.”
Böyle olur Ali’nin adaleti
Hz. Ali’nin (a.s) hükümeti döneminde İsfahan’dan bir miktar mal geldi. Onun üzerinde bir parça da ekmek vardı. Ali (a.s) malları yedi kısma böldü. Daha sonra parça ekmeği de yedi kısma böldü. Her malın üzerine bir parça da ekmek koydu. Sonra ilk kim alsın diye kura çekti

Hz. Ali (a.s), kısa müddetli olan halifelik döneminde, Osman’ın tersine Beytü’l–malı taksim etmede en küçük taviz bile vermiyordu. Hiç kimseyi diğerine tercih etmiyordu. Valilerden herhangi birisinin bunu ihlal ettikleri raporunu alır almaz onları sorguluyor ve şiddetle cezalandırıyordu.
Emirü’l–Mü’minin (a.s), Mekke’nin valisi Kusam bin Abbas’a şöyle bir mektup yazdı: “Beytü’l–maldan sana gelenleri fakirler ve çoluk çocuk arasında taksim et. Bu malların sadece fakirlere dağıtılmasına dikkat et. Eğer artarsa buradaki fakirleri doyurmak için bize yollamalısın.”
Ali (a.s), beytü’l–malın müstahak olan yerlerinde kullanılmasına özen gösteriyor ve kimsenin, ihtiyacı olmadan bir dinar dahi almasına müsaade etmiyordu.
Emirü’l–Mü’minin’in (a.s) hükümeti döneminde İsfahan’dan, bir gün bir miktar mal geldi. Onun üzerinde bir parça da ekmek vardı. Ali (a.s) malları yedi kısma böldü. Daha sonra parça ekmeği de yedi kısma böldü. Her malın üzerine bir parça da ekmek koydu. Sonra ilk kim alsın diye kura çekti. (Sünen–i Beyhaki, c.6, s.348).
Emirü’l–Mü’minin (a.s), Kur’an’ı ölçü olarak aldığı için Beytü’l–malın dağıtımında Arap–Acem, siyah–beyaz vb. ayırımı yapmazdı. Bir gün, birisi Arap olan ve kölelikten serbest bırakılan iki kadın Hz. Ali’nin (a.s) yanına gelerek ihtiyaçları olduğunu dile getirdiler. Hz. Ali, onlara eşit bir şekilde buğday ve de 40 dirhem verilmesini emretti. Arap kadın itiraz ederek şöyle dedi: “Neden bizi eşit olarak görüyorsun? Ben, ondan üstünüm!” İmam (a.s) buyurdular: “Allah’ın Kitabında İsmailoğulları İshakoğullarına üstün kılınmamıştır.”
Osman, Beytü’l–maldan sadece yakınlarını zenginleştirmekle kalmayıp, dünyaperest kimselerin de meşru ve gayri meşru yoldan zenginleşmelerine sebep olmuştu.
Halifenin kendisi, zamanının en zenginlerinden idi. Peşin olarak yüz elli bin ve bir milyon dirhemi ve gayrimenkul olarak bağ–bahçe, deve–koyun gibi yüz bin dinar değerinde serveti vardı.
Abdurrahman bin Avf, Osman’ın yandaşlarından biriydi. Osman’ın zamanında öldü ve çok sayıda serveti kaldı. O öldükten sonra, paralarını keseler içerisinde halifenin huzuruna yığdıklarında, paranın diğer tarafında olan görünmüyordu. Dört kadını arasında taksim edildiğinde her birine 80 bin dinar düştü.
Zeyd bin Sabit’in şaşılacak bir serveti vardı. Öyle ki ölümünden sonra işlenmemiş altınları baltayla kırılarak, çocukları arasında paylaştırıldı.
Talha’nın mirasından biri de yüz öküz derisi altın idi. Osman, Mısırlılar tarafından muhasara altına alındığında şikayetlenip şöyle dedi: “Ben ona kaç öküz derisi altın hediye ettim. Ama o benim bu iyiliklerim karşısında beni öldürmek istiyor.” (el–Gadir, c.8, s.293).
Bunlar halifenin, Müslümanların malından bağışladıkları ve halifenin göz yummasıyla meşru ve gayrimeşru yollardan elde edilen servetlerden birer örnekti.
Emirü’l–Mü’minin Ali (a.s) Şıkşıkiye hutbesinin bir kısmında buyuruyor ki: “Üçüncüsü (Osman), iş başına geldiğinde, yemekten ve boşalmaktan başka bir işi yoktu. Sadece kendisi Beytü’l–malı dağıtmıyordu, yakınları da (Ben–i Umeyye) baharda yeşil ota saldıran develer gibi Beytü’l–malı yediler. Ama onun durumu dağıldı ve kötü ameli ölümünü yaklaştırdı. Müslümanların malını ona buna dağıtması ve israf etmesi onu yıktı ve ömrüne son verdirdi.” (Nehcü’l–Belağa, 3. Hutbe).
Osman’ın bu tutumu, Hz. Ali’nin (a.s) hilafetinde çok zorluklar çıkarmıştır. Çünkü Osman’ın zamanında milyoner olanlar, Hz. Ali’nin (a.s) adil hükümetinde menfaatlerini tehlikede gördüler ve asayişi bozup adaletin icra olmasına mani oldular. Ali (a.s), Osman’ın, hilafetinin ilk günlerinde bol keseden dağıttığına işaret ederek şöyle buyurdu: “Osman’ın ona buna bağışladığı tarlaları ve malları çok yakında Beytü’l–mal sandığına geri döndüreceğim.” (Şerh–i Nehcü’l–Belağa, İbn–i Ebi’l–Hadid, c.1, s.269).